v02.01.25 Geliştirme Notları
En`âm Sûresi
136
Cuz 7
74﴿ (Habîbim! Kureyş müşriklerine anlat) o vakti ki; İbrâhîm babası Âzer’e: “Sen birtakım putları ilâhlar mı ediniyorsun?! Şüphesiz ki ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babasının adının Âzer olduğu ve bu isme sâhip olan kişinin, onun amcası değil de babası olduğu görüşü ulemânın ekserîsi tarafından kabûl görmüştür. Süyûtî, Kastallânî ve İbnü Hacer el-Heytemî (Rahimehümullâh) gibi bâzı ulemâ ise Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nesebini şirkten ve kâfirlikten berî tutmak için Âzer’in, İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğunu söylemişlerdir ki onların da bâzı delilleri vardır. Bu hususta en büyük delil ise; Tevbe Sûresi’nin 114. âyetinde babası için istiğfardan geri durduğu belirtildiği hâlde, âhir ömründe Kâ‘be’yi binâ ettikten sonra yine anne-babası için istiğfarda bulunmuş olduğunun İbrâhîm Sûresi’nin 41. âyet-i kerîmesinde zikredilmiş olmasıdır ki bu durum Âzer’in İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğu, istiğfâr ettiği Müslüman babasının isminin ise Târah olduğu görüşünün doğruluğuna delâlet etmektedir. Zâten Arapça’da amca anlamında da kullanılan “Eb” tâbiri Âzer hakkında kullanılırken, istiğfâr hakkında “Doğuran baba” anlamından başka mânâya ihtimâli bulunmayan “Vâlid” tâbirinin kullanılmış olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Gerçi Âzer, İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın gerçek babası olsa da bu durum Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânına bir zarar getirmez. Zîrâ ekserî ulemâya göre; nesebin temizliği soyunda zinâ bulunmaması mânâsındadır. (İbnü Ebî Hâtim, rakam:7495, 4/1325; er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, 13/33,38; es-Süyûtî, el-Hâvî, 2/374; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 8/251-252)
75﴿ (Habîbim!) İşte sana! Böylece Biz göklerin ve yerin (yaratılışındaki eşsiz incelikleri, onların büyük mülk ve) melekûtunu (görünen ve görünmeyen yönlerini) İbrâhîm’e gösteriyorduk ki o (kendisine gelen vahiyle kesinkes inandığı gibi gözle görerek de) yakînen inananlardan olsun (diye bunu böyle yapmıştık). “Melekût” kelimesi, büyük mülk anlamına gelmekte olup, burada kastedilen mânâ hakkında: “Göklerin ve yerlerin saltanatı”, “Göklerde ve yerlerde bulunan âyetler”; özellikle “Güneş, ay ve yıldızların, bir de dağların, ağaçların ve denizlerin mâhiyetleri” gibi görüşler farklı müfessirler tarafından açıklanmıştır ki buna göre; Allâh-u Te‘âlâ, İbrâhîm (Aleyhisselâm)a göklerde ve yerde yarattığı mahlûkātı, onlarda bulunan büyük saltanatını göstermiş ve ona bütün işlerin görünen ve görünmeyen taraflarını açıklamıştır. Süddî (Rahimehullâh)-dan nakledildiğine göre; Allâh-u Te‘âlâ İbrâhîm (Aleyhisselâm)ı bir kayanın üzerine yerleştirip, Arş’ı, Kürsî’yi ve maddî âlemin en üst tarafının son bulduğu noktaya kadar tüm varlıkları görsün diye yedi kat gökleri, ayrıca madde âleminin nihâyet bulduğu noktaya kadar yedi kat yerleri yarıp açmış, böylece İbrâhîm (Aleyhisselâm) bu âlemlerde bulunan son derece şaşırtıcı hârikulâde şeyleri görmüş, hattâ cennetteki yerini ve yedi kat yerin altında bulunan kayayı dahî gözüyle görmüştür. (et-Taberî, et-Tefsîr, rakam:13452-55, 5/242; İbnü Ebî Hâtim, et-Tefsîr, rakam:7501-502, 4/1326)
76﴿ Derken gece(nin karanlığı) onun üstünü örtünce, (İbrâhîm (Aleyhisselâm)) bir yıldız gördü de: “(Size sorsam) işte bu, benim rabbimdir (dersiniz)” dedi. Ama ne zaman ki o (yıldızın) battı(ğını gördü): “Ben batanları (ve bir hâlden diğerine intikal ettiği için ibâdetimi hak etmeyen bâtıl ilâhlara tapınmayı) sevmem” dedi.
77﴿ Sonra ayı doğarken görünce: “(Sizce) işte bu benim rabbimdir” dedi. Ama o (ay) da (yıldız gibi) batınca: “Andolsun ki; Rabbim beni hidâyet(te sâbit) etmeseydi, elbette ben de mutlaka o sapıklar topluluğundan olurdum” dedi.
78﴿ Daha sonra güneşi doğar hâlde görünce: “(Sizin inancınıza göre) işte bu benim rabbimdir; (çünkü) işte bu (güneş yıldızdan ve aydan) daha büyüktür” dedi. Ama o da (yıldız ve ay gibi) battığı zaman dedi ki: “Ey kavmim! Şüphesiz ki ben sizin (bütün bu ecrâm-ı semâviyyeyi yaratan Allâh’a) ortak koşmakta olduğunuz şeylerden çok uzak biriyim.
79﴿ Gerçekten de ben (bâtıl ilâhları bırakıp, hakîkî Rabbime yönelici) bir hanîf olarak (ibâdet ederken) yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratmış olan Zâta (ve O’nun kıble olarak tâyin ettiği cihete) yönelttim. Zâten ben (hiçbir hususta) şirk koşanlardan değilim.”
80﴿ Böylece kavmi onunla (tevhîdi inkâr hususunda) mücâdeleye başladı. O (İbrâhîm (Aleyhisselâm) da) dedi ki: “O (Rabbim) beni gerçekten hidâyete kavuşturmuşken, Allâh(ın birliği) hakkında mı benimle mücâdele ediyorsunuz?! (Siz “İlâhlarımız seni çarpacak” diye beni tehdit ediyorsunuz) ama ben sizin Kendisine ortak koşmakta olduğunuz şeylerden (hiçbir zaman) korkmam. (Çünkü onlar hiçbir zaman bana zarar veremezler.) Lâkin Rabbimin (onlardan sebep bana zarar ulaşması hakkında) bir şey dilemesi müstesnâ! (Zâten) benim Rabbim ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ (açıkladığım bu kadar delilleri) iyice düşün(üp de ilâhlarınızın bana hiçbir zarar veremeyeceğini fark et)meyecek misiniz?!
81﴿ Ayrıca siz O (Allâh-u Sübhânehû)nun sizin üzerinize kendisi(nin ilâh olduğu) hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allâh’a ortak koşmuş olmanızdan hiç korkmazken, ben sizin (Allâh’a) ortak koşmuş olduğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi (söyleyin bakalım); iki fırkanın hangisi (kendisini azaptan) güven(de hisset)meye daha lâyıktır? Eğer siz (gerçekte kimden korkulması gerektiğini) biliyor olduysanız (bu sorunun doğru cevâbını söyleyin bakalım).”
سُورَةُ الْاَنْعَامِ
الجزء ٧
١٣٦
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ لِاَب۪يهِ اٰزَرَ اَتَتَّخِذُ اَصْنَامًا اٰلِهَةًۚ اِنّ۪ٓي اَرٰيكَ وَقَوْمَكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٧٤
وَكَذٰلِكَ نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِن۪ينَ ﴿٧٥
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ الَّيْلُ رَاٰ كَوْكَبًاۚ قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ﴿٧٦
فَلَمَّا رَاَ الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِن۪ي رَبّ۪ي لَاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّٓالّ۪ينَ ﴿٧٧
فَلَمَّا رَاَ الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبّ۪ي هٰذَٓا اَكْبَرُۚ فَلَمَّٓا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ ﴿٧٨
اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ ﴿٧٩
وَحَٓاجَّهُ قَوْمُهُۜ قَالَ اَتُحَٓاجُّٓونّ۪ي فِي اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينِۜ وَلَٓا اَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ رَبّ۪ي شَيْـًٔاۜ وَسِعَ رَبّ۪ي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۜ اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ﴿٨٠
وَكَيْفَ اَخَافُ مَٓا اَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًاۜ فَاَيُّ الْفَر۪يقَيْنِ اَحَقُّ بِالْاَمْنِۚ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۢ ﴿٨١
En`âm Sûresi
136
Cuz 7
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ لِاَب۪يهِ اٰزَرَ اَتَتَّخِذُ اَصْنَامًا اٰلِهَةًۚ اِنّ۪ٓي اَرٰيكَ وَقَوْمَكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٧٤
74﴿ (Habîbim! Kureyş müşriklerine anlat) o vakti ki; İbrâhîm babası Âzer’e: “Sen birtakım putları ilâhlar mı ediniyorsun?! Şüphesiz ki ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babasının adının Âzer olduğu ve bu isme sâhip olan kişinin, onun amcası değil de babası olduğu görüşü ulemânın ekserîsi tarafından kabûl görmüştür. Süyûtî, Kastallânî ve İbnü Hacer el-Heytemî (Rahimehümullâh) gibi bâzı ulemâ ise Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nesebini şirkten ve kâfirlikten berî tutmak için Âzer’in, İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğunu söylemişlerdir ki onların da bâzı delilleri vardır. Bu hususta en büyük delil ise; Tevbe Sûresi’nin 114. âyetinde babası için istiğfardan geri durduğu belirtildiği hâlde, âhir ömründe Kâ‘be’yi binâ ettikten sonra yine anne-babası için istiğfarda bulunmuş olduğunun İbrâhîm Sûresi’nin 41. âyet-i kerîmesinde zikredilmiş olmasıdır ki bu durum Âzer’in İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın babası değil de amcası olduğu, istiğfâr ettiği Müslüman babasının isminin ise Târah olduğu görüşünün doğruluğuna delâlet etmektedir. Zâten Arapça’da amca anlamında da kullanılan “Eb” tâbiri Âzer hakkında kullanılırken, istiğfâr hakkında “Doğuran baba” anlamından başka mânâya ihtimâli bulunmayan “Vâlid” tâbirinin kullanılmış olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Gerçi Âzer, İbrâhîm (Aleyhisselâm)ın gerçek babası olsa da bu durum Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânına bir zarar getirmez. Zîrâ ekserî ulemâya göre; nesebin temizliği soyunda zinâ bulunmaması mânâsındadır. (İbnü Ebî Hâtim, rakam:7495, 4/1325; er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, 13/33,38; es-Süyûtî, el-Hâvî, 2/374; el-Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, 8/251-252)
وَكَذٰلِكَ نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِن۪ينَ ﴿٧٥
75﴿ (Habîbim!) İşte sana! Böylece Biz göklerin ve yerin (yaratılışındaki eşsiz incelikleri, onların büyük mülk ve) melekûtunu (görünen ve görünmeyen yönlerini) İbrâhîm’e gösteriyorduk ki o (kendisine gelen vahiyle kesinkes inandığı gibi gözle görerek de) yakînen inananlardan olsun (diye bunu böyle yapmıştık). “Melekût” kelimesi, büyük mülk anlamına gelmekte olup, burada kastedilen mânâ hakkında: “Göklerin ve yerlerin saltanatı”, “Göklerde ve yerlerde bulunan âyetler”; özellikle “Güneş, ay ve yıldızların, bir de dağların, ağaçların ve denizlerin mâhiyetleri” gibi görüşler farklı müfessirler tarafından açıklanmıştır ki buna göre; Allâh-u Te‘âlâ, İbrâhîm (Aleyhisselâm)a göklerde ve yerde yarattığı mahlûkātı, onlarda bulunan büyük saltanatını göstermiş ve ona bütün işlerin görünen ve görünmeyen taraflarını açıklamıştır. Süddî (Rahimehullâh)-dan nakledildiğine göre; Allâh-u Te‘âlâ İbrâhîm (Aleyhisselâm)ı bir kayanın üzerine yerleştirip, Arş’ı, Kürsî’yi ve maddî âlemin en üst tarafının son bulduğu noktaya kadar tüm varlıkları görsün diye yedi kat gökleri, ayrıca madde âleminin nihâyet bulduğu noktaya kadar yedi kat yerleri yarıp açmış, böylece İbrâhîm (Aleyhisselâm) bu âlemlerde bulunan son derece şaşırtıcı hârikulâde şeyleri görmüş, hattâ cennetteki yerini ve yedi kat yerin altında bulunan kayayı dahî gözüyle görmüştür. (et-Taberî, et-Tefsîr, rakam:13452-55, 5/242; İbnü Ebî Hâtim, et-Tefsîr, rakam:7501-502, 4/1326)
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ الَّيْلُ رَاٰ كَوْكَبًاۚ قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ﴿٧٦
76﴿ Derken gece(nin karanlığı) onun üstünü örtünce, (İbrâhîm (Aleyhisselâm)) bir yıldız gördü de: “(Size sorsam) işte bu, benim rabbimdir (dersiniz)” dedi. Ama ne zaman ki o (yıldızın) battı(ğını gördü): “Ben batanları (ve bir hâlden diğerine intikal ettiği için ibâdetimi hak etmeyen bâtıl ilâhlara tapınmayı) sevmem” dedi.
فَلَمَّا رَاَ الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِن۪ي رَبّ۪ي لَاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّٓالّ۪ينَ ﴿٧٧
77﴿ Sonra ayı doğarken görünce: “(Sizce) işte bu benim rabbimdir” dedi. Ama o (ay) da (yıldız gibi) batınca: “Andolsun ki; Rabbim beni hidâyet(te sâbit) etmeseydi, elbette ben de mutlaka o sapıklar topluluğundan olurdum” dedi.
فَلَمَّا رَاَ الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبّ۪ي هٰذَٓا اَكْبَرُۚ فَلَمَّٓا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ ﴿٧٨
78﴿ Daha sonra güneşi doğar hâlde görünce: “(Sizin inancınıza göre) işte bu benim rabbimdir; (çünkü) işte bu (güneş yıldızdan ve aydan) daha büyüktür” dedi. Ama o da (yıldız ve ay gibi) battığı zaman dedi ki: “Ey kavmim! Şüphesiz ki ben sizin (bütün bu ecrâm-ı semâviyyeyi yaratan Allâh’a) ortak koşmakta olduğunuz şeylerden çok uzak biriyim.
اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ ﴿٧٩
79﴿ Gerçekten de ben (bâtıl ilâhları bırakıp, hakîkî Rabbime yönelici) bir hanîf olarak (ibâdet ederken) yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratmış olan Zâta (ve O’nun kıble olarak tâyin ettiği cihete) yönelttim. Zâten ben (hiçbir hususta) şirk koşanlardan değilim.”
وَحَٓاجَّهُ قَوْمُهُۜ قَالَ اَتُحَٓاجُّٓونّ۪ي فِي اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينِۜ وَلَٓا اَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ رَبّ۪ي شَيْـًٔاۜ وَسِعَ رَبّ۪ي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۜ اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ﴿٨٠
80﴿ Böylece kavmi onunla (tevhîdi inkâr hususunda) mücâdeleye başladı. O (İbrâhîm (Aleyhisselâm) da) dedi ki: “O (Rabbim) beni gerçekten hidâyete kavuşturmuşken, Allâh(ın birliği) hakkında mı benimle mücâdele ediyorsunuz?! (Siz “İlâhlarımız seni çarpacak” diye beni tehdit ediyorsunuz) ama ben sizin Kendisine ortak koşmakta olduğunuz şeylerden (hiçbir zaman) korkmam. (Çünkü onlar hiçbir zaman bana zarar veremezler.) Lâkin Rabbimin (onlardan sebep bana zarar ulaşması hakkında) bir şey dilemesi müstesnâ! (Zâten) benim Rabbim ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ (açıkladığım bu kadar delilleri) iyice düşün(üp de ilâhlarınızın bana hiçbir zarar veremeyeceğini fark et)meyecek misiniz?!
وَكَيْفَ اَخَافُ مَٓا اَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًاۜ فَاَيُّ الْفَر۪يقَيْنِ اَحَقُّ بِالْاَمْنِۚ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۢ ﴿٨١
81﴿ Ayrıca siz O (Allâh-u Sübhânehû)nun sizin üzerinize kendisi(nin ilâh olduğu) hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allâh’a ortak koşmuş olmanızdan hiç korkmazken, ben sizin (Allâh’a) ortak koşmuş olduğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi (söyleyin bakalım); iki fırkanın hangisi (kendisini azaptan) güven(de hisset)meye daha lâyıktır? Eğer siz (gerçekte kimden korkulması gerektiğini) biliyor olduysanız (bu sorunun doğru cevâbını söyleyin bakalım).”